1819 doğumlu İsveçli yönetmen ve oyun yazarıdır. 2007 yılında, 89 yaşında hayata veda eden yönetmen, bu süre zarfında birbirinden özgün ve başarılı yapıtlara imza atmıştır.
Babası papaz olan ve dindar bir ailede yetişen Bergman, ters kimlik geliştirerek varoluşsal bir sorgulamaya gitmiştir. İlerleyen dönemlerde bu durum filmlerine yansıyacak, hatta bazı eserlerinin iskeletini oluşturacaktır. Bunun en bariz örneğini; "Det Sjunde Inseglet (Yedinci Mühür) isimli baş yapıtında görebiliriz. Filmde Haçlı Seferleri'nden dönen bir şövalyenin varoluşsal çıkmazına değinilmekte, bu süreç ölüm ve şövalye arasında geçen diyaloglarla seyirciye aktarılmaktadır. Filmdeki en güçlü anlatım olan şövalye ve ölüm arasında oynanan satranç, Bergman'ın zihnindeki inanç yapısını seyirciye aktarmaktadır.
Bergman, çocukluk döneminde annesine karşı aşk denilebilecek düzeyde bir sevgi beslemiştir. Bu durumu otobiyografik eseri Büyülü Fener'de şu şekilde ifade eder: “"Çocukluk fotoğraflarıma eğilmiş büyüteçle annemin yüzünü inceliyor, çoktan silinmiş duyguların içine sızmaya çalışıyorum. Evet annemi sevdim ve bu fotoğrafta geniş alnının ardında ortadan ayrılmış gür saçları, oval tatlı yüzü, duyarlı ağzı, koyu renk biçimli kaşlarının altındaki sıcak içten bakışı ve küçük elleriyle annem çok çekici". ” Bu oedipus kompleksi elbette filmlerinde baş göstermiştir. Bergman, filmlerinde hep kadınlardan yana olmuş, onları yüceltmiş ve ön planda tutmuştur. Erkek karakterler ise, her daim anneye muhtaç bir erkek çocuk şeklinde betimlenmiştir. Bu duruma ağırlıklı olarak "Persona" filminde rastlamaktayız. Aynı şekilde Smultronstallet (Yaban Çilekleri) filminde de her anını bir kadınla (yardımcısı, gelini, sevgilisi, yol arkadaşı) paylaşan ve bu durumdan hoşnut olan bir profesör karakteri çizilmiştir. Yalnız bunlarda değil her filminde kadınlara olan bakış açısı net bir şekilde pozitiftir. İlginç bir noktadır ki Bergman yine aynı adlı eserinde annesi için şu ifadeleri kullanır: “"Dört yaşındaki yüreğim ona duyduğum köpeksi bağlılıkla tükeniyordu. Gene de ilişkimiz yalın değildi. Anneme aşırı bağlılığım onu rahatsız eder, sinirlendirirdi. Sevgi açlığım ve şiddetli patlamalarım onu kaygılandırırdı. Çoğu kez soğuk, alaycı sözcüklerle beni yanından uzaklaştırırdı. Öfke ve düş kırıklığı içinde ağlardım". ” Annesine karşı yaşadığı bu duygu karmaşası, Persona'da Hemşire Alma tarafında şöyle dile getirilir: “"Bebeğinin ölümünü istedin. Ölü doğmuş bir bebeğin olsun istedin. Doğum uzun ve zordu. Günlerce acı çektin. Sonunda bebek forseps yardımıyla doğdu. Ağlayan çocuğuna dehşetle baktın ve mırıldandın: 'Hemen ölemez misin? Ölemez misin?' Ama o yaşadı. Bebek gece gündüz ağladı. Ama sen ondan tiksiniyordun. Korkuyordun ve suçluluk duyuyordun. Sonunda bir süt anne çocuğa bakmaya başladı. Hasta yatağını terk edip tiyatroya dönebilecektin. Ama ızdırabın bitmemişti. Çocuk garip ve şiddetli bir sevgiyle annesine bağlıydı. Umutsuzca direndin. Çünkü karşılık veremeyeceğini biliyordun. Denedin de denedin... Ama buluşmalarınız acımasız ve incelikten yoksun kaldı. Yapamazsın. Soğuk ve kayıtsızsın. Senin gözlerinin içine bakıyor. Seni seviyor ve çok da yumuşak. O her zaman senden sonra. Sen ise ona vurmak istiyorsun. Kalın dudakları, çirkin vücudu, nemli ve yakaran bakışlarıyla onu itici buluyorsun. İtici buluyorsun ve korkuyorsun...”
Görüldüğü gibi Bergman, filmlerinde ne papaz olan babasını eleştirmekten ne de annesine karşı duyduğu sevgi ve öfkeden bahsetmekten geri durdu. O her zaman kendi dünyasını insanlara sunma cesaretini gösterebildi. Bergman'ın oyun yazarlığı yönünün yönetmenliğine etki ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tıpkı bir tiyatro sahnesindeymiş gibi sergilenen abartılı oyunculuklar bu durumun en güzel örneğidir. Yine Persona'da bu tarz oyunculuklarla oldukça karşılaşırız ki zaten ana karakterlerden Elisabet Vogler bir tiyatro oyuncusudur. Diğer ana karakteri canlandıran Bibi Andersson, Persona'da adeta bir tiyatro sahnesindeymişçesine tiratlar atar, coşkulu monologları seyirciyi filme hapseder. Elbette bu performansların bu tarzda sergilenmesinin sebebi Bergman'ın isteğinin bu yönde olmasıdır.
Bergman hiçbir zaman toplumsal sorunlara eğilme kaygısı taşımamış, her daim öznel bir bakış açııyla filmlerini ele almıştır. Sinemaya adım attığı ilk yıllar ne yazık ki II. Dünya Savaşı sonrasına denk geliyordu ve halk müthiş bir çıkmaz içerisindeydi. İnsanlar ya aşırı dindar ya da aşırı inançsız eğilimler gösteriyor, bununla birlikte intihar olayları, umutsuzluk ve varoluşu sorgulama günden güne artıyordu. Bu durum Bergman'ın kişiliğinde, haliyle eserlerinde de yer edinmişti. İlerleyen yıllarda ise aşk, sevgi, ayrılık gibi konulara ağırlık vermeye başladı. Bergman'ın düşünce yapısı, yaşıyla orantılı bir şekilde gelişti ve filmlerine daha olgun bir bakış açısı hakim oldu. Artık üslup değişti, yakın plan çekimler yer aldı ve filmler parçalama tekniğiyle yapılandırılmaya başlandı. Bu teknik sayesinde Bergman kronoloji izleme zorunluluğundan kurtuldu ve daha özgür bir anlatım alanı elde etti. Böylece hikayeyi istediği yerde kesebiliyor, dilediği bir imgeler bütününü hikayeyle bağdaştırabiliyor, isterse aynı görüntüyü birkaç yerde kullanabiliyordu. Bu sayede seyirci filmi yalnızca izleyen bir kitle olmaktan çıkarak filmi çözmeye çalışan aktif bir gruba dönüşüyordu. Yani Bergman'ın parçaladığı yapbozu seyirci bir araya getiriyordu.
Bergman sözcüklerle arasının iyi olmadığını, onları yetersiz bulduğunu şöyle açıklar: "“Hem kendi söylediklerimden hem de başkalarının bana söylediğinden hep kuşku duydum. Her zaman eksik kalmış bir şeyi duydum". …” Bu nedenle ışık oyunları, imge kullanımı ve ses, Bergman filmlerinin vazgeçilmezidir. Onun için pencereden süzülen bir ışık umudu, bobinden gelen bir ses huzursuzluğu kelimelerden daha iyi temsil eder.
Bergman Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri'yle parlamış ve bu filmiyle “Şiirsel Hiciv” ödülüne layık görülmüştür. Dokuz kez en iyi yönetmen dalında Oscar'a aday gösterilmiş, 1960, 1961 ve 1983'te en iyi yabancı film ödüllerini almıştır. 2005 yılında Time dergisi tarafından “yaşayan en büyük yönetmen” seçilen Bergman, "İmgeler" adlı kitabında sinemanın neden kendisi için kaçınılmaz olduğunu şu şekilde ifade eder: “"Yetersiz kaldığım sözcüklerden, yeteneksiz olduğum müzikten ve pek ilgi duymadığım resimden farklı bir dil aracılığıyla kendimi açıkladım. ” Bergman için, dünyayla ilişki kurarken, aklın kısıtlayıcı denetiminden kurtulmak gerekti. En güzeli bundan tensel bir biçimde kurtulmak ve ruhtan ruha bağ kurmaya izin veren bir dille iletişim kurma olanağı bulmaktı. “Kalkış noktamın, zihinle ya da simgecilikle çalışmak gibi bir işlevi yok; düş ve izlenimlerle, umut ve arzuyla, ihtirasla işim var. ”
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.